• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  BODRUM ŞİFA SANATLARI ATÖLYESİ
Reiki İlahi Aydınlanma
Çok değerli üstadımız İsmail Bülbül'ün Reiki ile ilgili bilgi karışıklıklarına, yanlış ve az bilinenlere son verecek, sorularınızı aydınlatacak bu donanımlı kitabı bir ve bütüne hayırlı, uğurlu olsun...

Reiki ile tanışmaya niyetlenenler, yeni başlayanlar ve ileri aşamalardaki tüm öğrenci ve eğitmenler için referans niteliğindeki bu eserin, başucu kaynağınız olması ve en yüksek faydayı sağlamanız dileğiyle... 


Çocuk & Ölüm & Büyükler Heyeti

1.
 
Ölümle ilk karşılaştığımda 8 yaşındaydım. Ailede fırtınalı değişim zamanlarıydı, annemle babam ayrılmıştı, dedem kanserdi, ben sürekli okul değiştiriyordum, Samsun’a taşınmıştık ve okul çıkışı anneannemlere gidip, annemin işten dönmesini bekliyordum. Günlerdir annemden bana şemsiye almasını istiyordum. İşte o gün şemsiyem gelecekti ve ben tüm gün heyecan içinde beklemiştim. Annem geç kaldıkça sabırsızlığım ve coşkum artıyordu. Kapı çaldı; ışık hızıyla koştum, açar açmaz göz bebeklerim pırpır, cıvıldayarak  sordum: “Şemsiyem nerde?” Annemin suratı 'cenaze duvarı' gibiydi, derin bir sessizlik… Belli ki bir şeyler oluyordu ve her ne oluyorsa şemsiyemin başına patlamıştı kabak! “Şemsiye alacaktın bana, yine mi unuttun” dedim sesim düşerek... "Ne şemsiyesi Ahu! Onunla uğraşacak halde miyiz! Deden öldü zaten, sus!" diye suratıma bakmadan gürledi annem. İşte o an, tüm yaşamın hatta ölümün bile öldüğü andı, ama dedem öldüğü için değil, ölümün sunum biçimi, ölümün insanları içine soktuğu durum içimdeki çocuğu öldürmüştü sanırım. Yatağın altına kaçıp saatlerce çıkmadım. Bu arada ev gittikçe kalabalıklaşıyor, ölüm haberi evi tüm soğukluğu ve ciddiyetiyle teslim alıyor ve kimse beni aramıyordu bile. Kendimi alabildiğince üzülmeye zorlamış, dedemi ne kadar çok sevdiğimi, anılarımızı, ölümün ne berbat bir şey olduğunu düşünmeye, şemsiyemi sorduğum için utanmaya ve insanların hissettiklerini hissetmeye başlamıştım, lakin bir yandan da beni bulamasınlar diye dua ediyordum, intikam için... Değerli olabilmek için belki de ölsem daha iyi olurdu… İçimden birden fışkıran alışık olmadığım bu tuhaf çelişkiyi, sahtekarlığı, küçülmüşlük, korku ve öfkeyi anlamak ve kabullenmek ölümü anlayıp kabullenmekten çok daha zordu. Dayım beni bulduğunda neye ağladığımı bilmesem de deliler gibi ağlıyordum. Çok geçmeden büyükler heyetinin kadim kararlarından biriyle, çocukların görmemesi, bilmemesi, duymaması gereken tüm anlarda geçerli olduğu üzere, hiçbir açıklama yapılmadan oradan uzaklaştırıldım. Çocuklara özgü bir keşif duygusuyla mı, yasaklanan şeyin çekici olması sebebiyle mi, başkaldırı ve intikam yüzünden mi, yoksa doğal olanı anlayabileceğim ve dedemi fiziksel olarak son kez görmek istememden mi kaynaklanıyordu bilmiyorum, ama kalmak için çok direndim. Sanırım, delirdiğimi düşünmüş olmalılar. Büyükler heyeti bir yetişkin için bile fazlasıyla güçlü ve ezicidir. Kazandılar...
 
“Büyükler Heyeti” olarak adlandırdığım; yetişkin insan gruplarını, insan kaynaklı tüm sistemleri, dogmaları, dualiteyi, içimizdeki büyükler heyetine ait sesleri sorgulamaya başlamama sebep olacak süreç sanırım o gün başlamıştı. Her şeyi bilen büyükler heyetinin yasalarına göre; kurban kesimleri, cenaze törenleri, doğumlar, kavgalar, sevişmeler vs. bunlar çocuklara yasaktı, ama neden? İlerleyen bir kaç senede ölümle heyetin müdahalesi olmadan bir kaç defa karşılaştım. Tüm çıplaklığı ve doğallığıyla baş başa kalınan ölüm, beni büyükler heyetinin endişelendiği ve korktuğu şekilde kötü etkilememişti. Ya ölüm denen o korkunç şey çocuklara nüfuz edemiyor ya ortada büyükler heyetinin bilmediği, yanlış ya da eksik bildiği bir şeyler dönüyor ya da bana tuhaf haller oluyordu. Acaba ölüm değil de, şu bizim büyükler heyeti miydi endişe duyulması gereken? Zamanla, büyükler heyetinin kendi korkunç, kederli, acımasız, dışlayan, yasaklayan yüzünü ölüme de yansıttığına kanaat getirdim. Ben kadar bana yakın, içimdeki bir ses olan büyükler heyetinin farkında kalarak, kendimi mümkün olduğunca tetikte tutmaya karar verdim.
 
Varoluşla tam örtüşme sağlayan öze ulaşmak herzaman doğrudan mümkün değildir. Bu anlarda, aydınlanmış bir bilgenin de köşe başında sizi beklemediği ihtimalini hesaba katarsak; ona en yakın, doğal ve güvenilir seçenekler olarak çocuklar ve doğaya yönelebilirsiniz. Çünkü bu dördü -izlediği yollar her ne kadar farklı olursa olsun- varoluşunun sırrına en yakın olanlardır. Hepsi doğal olarak meditatif bir durumda; çıplak ve masumdurlar, ışıltı, güç ve korunmuşlukları da burdan ileri gelir. Büyükler heyetinin zihin yoluyla bildiklerini düşündüklerini, kalbin hissiyatıyla bilirler. Kendinden, kendiliğinden bilişi sağlayan bu durum kaynakla bağlantıyı yitirmemiş olma halidir. Zihin, dualite, egonun oluşturduğu illüzyon dünyasının statüko ve etiketlerini temsil eden ne kadar olgu varsa, büyükler heyetinin mülküdür ve çok sert, sessiz, kadim yasalarla elbirliğiyle korunur. Çocuk, büyükler heyetine organize biçimde, çarçabuk dahil edilene ve kendi büyükler heyetini içselleştirene dek tüm sistem için tehlikelidir, ötekidir, ilkeldir, dolayısıyla kontrol altında tutulması, bastırılması, doldurulması ve bir an önce heyetin uygun gördüğü normlar içinde yer alması gerekir. Benzer şekilde doğa üzerinde her zaman güç gösterileri yapılır, aydınlanmış bilgeler bir nevi deli kategorisindedir, akıl  hastanesi ya da hapishaneye yollanabilir ya da geçersiz kılınır, toplumdan dışlanarak değersizleştirilebilirler. Bir çocuk yasak anlara dahil olursa, heyet için ‘bastırılanın geri dönüşü’ dediğimiz tehlike göze alınır, sistemdeki boşluk ortaya çıkabilir ve bu, tüm hayatı, değerli alışkanlıkların düzenini ve sahip olunanları sarsabilecek bir kriz, bir yokoluştur. Büyükler heyetine göre sadece siyah ya da beyaz vardır, ikisi birbirine dönüşemez ya da gri olamaz, yaşamın üstü, altından iyidir. Büyükler heyetinin çoğu üyesi, kötü niyetle ve farkında olarak sürdürmez bu düzeni, onlar sadece hakikatten korkar, realiteye sığınırlar, yokolmanın varolmak için geçilmesi gereken bir yol olduğunu unutur, tüm medeniyet ve sistemleri kendi yarattıkları kodlanmış esirliklerin ve ilüzyonların içgüdüsel hale gelmiş yapılarının üzerine inşa ederler. Bu uyurgezerlik, sömürü ya da bağımlılık hali, oldukça rafineleşmiş kollektif bir egonun en yüce kılıflarıyla beslendiği için etten bir parçanız haline gelir, zevk veren, içinden çıkılmaz, farkına varılmaz, varılsa bile yüzleşilemez bir uyuşturucu halini alır.
 
Hal böyleyken, ölüme yakıştırılan; bir doğumda, düğünde, festival ya da bayramda rastlayacağınız türden bir kutlama asla değil, cenaze törenlerinde gördüklerinizdir: Tanımadığımız birinin ölüm haberi bile bizi kederlendirmeye yeter, ölen biri yakınınızsa akli dengenizi yitirebilirsiniz, mezarlıklar şehrin dışına itilmiştir, sadece içinden geçmek için bile yeterince tekinsizdirler. Azrail herdaim siyah cüppesi, elinde orağıyla köşe başında sinsince sizi ve sevdiklerinizi bekler. Kargaların bile mezarlıklarda çok ciddi görevleri vardır. Ölü ritüeller sizden daha değerlidir; ölseniz de istediğiniz gibi bir tören düzenletemez ya da sevdiğiniz birinin tabutunu sırf çocuk, kadın ya da yaşlı bir öteki olduğunuz için omuzlayamazsınız. Gökkuşağının hiçbir rengini cenaze törenlerinde göremezsiniz, renkler bile kınanır, onun yerine ışığın geçitine izin vermeyen siyaha bürünür herkes. Ölüme uygun görülen cansız, sahte, mekanik tektip kişilikler, suratlar, taziye kelimeleri çabucak takınılır. İnsanlar, hayatları boyunca göstermedikleri saygıyı ve paylaşımı göstermek için cenaze törenlerinde buluşurlar ve acı, denilenin aksine paylaştıkça azalmaz artar ve beslenir. ‘Merhumu nasıl bilirdiniz’ sorusuna, bir kişi de çıkıp, ‘bu saçmalıkları bırakıp, merhumun en sevdiği parçayı çalalım ve onun için dans edelim’ ya da ‘berbat bir insandı’ gibisinden dürüst bir cevap veremez çünkü; ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ bir soru bile değil, ezberlenmiş bir ritüelin parçasıdır dolayısıyla cevabı da ezberlenmiştir. Bir çocuk kazara bir cenaze töreninde ise; onun bile içinden geldiği gibi davranması mümkün değildir. Oysa ki dürüstlük, saygının temel koşulu değil miydi? Tüm hayatı boyunca ardından konuşulmuş bile olsa ölen kişinin ardından konuşulmaz. Ölen kişiye saygısızlık olur mu bilinmez, ama güldür güldür yaşayan büyükler heyetinin egosunun saygısızlık kabul etmeyeceği kesin! İnsan, ölümü bile günah çıkartmanın aracı olarak sadece kendine yamar biçimde kullanabilir. Ölüm döşeğindeki kişi için bir hakikat tüm gizemiyle yaklaşıyor… Yolculuğa hazırlığın, yolcu için mümkün olduğunca rahatlatıcı, umutlu ve mutlu geçmesi gerekmez mi? Bu süreçte yardımcı olmayı bırakın, zarar veririz, neden? Ölüm anında bile sırf yol ve yolcuyu değil, kalanı düşünmekten kendimizi alıkoyamadığımız için. Bir canlıyı elleriyle öldürürken bayram ilan eden bir insanın, ölüm kendisini ya da sevdiklerini almaya geldiğinde kıyameti kopartması büyükler heyetince oldukça adil ve gelenektendir. İyi niyet, özlem, sevgi ve yas tutma doğal sürece dahil olabilir, halleri bastırma ve dışlama bilinçli bir yaklaşım değildir evet ama ben, bahsettiğim sebeplerden ötürü, ne zaman bir cenaze töreninde bulunsam, 8 yaşındayken içimde beliren o sorgulamayı, kırgınlığı, eksikliği, çelişkiyi, samimiyetsizliği tekrar hissederim. O çocuğa, ölüme, ölene, varoluşa saygısızlık etmenin, bir armağanı kabul edememenin ağırlığı, arada olmanın yoğunluğu, sevgisi, özlem, yalnızlık ve hüznü çöker üzerime. Büyükler heyetine dahil olduğumu, ama onlarla birlikte daha büyük ve hakiki bir şeyin de parçası olduğumu bilirim, kendimce töreni kutsayarak tüm hallerimizi anlar, affeder, sevgi ve şükranla kucaklarım. Nihayetinde parçalanmış, sınırlanmış, bir ve bütünlük kalıbı perdelenmiş insan; sürekli bir şeylerle özdeşleşir ve özdeşleşmediği öteki parçalarını dışa yansıtarak tüm varlığı sevgisizlikle ve beraberinde gelen tüm negatiflerle hırpalar, tanrısal niteliklerinin hiçbirini tezahür ettiremez. Öte yandan bu şekilde, “ne olmadığıyla” öğrenmek gibi onurlu, zengin ve zorlu bir realite düzlemiyle deneyimlemeyi ve bu eşsiz yolla genişlemeyi, öğrenmeyi, bilmeyi ve kavuşmayı da seçmiştir.
 
2.
 
Ölüm de tıpkı yaşam gibi varoluşun nadide bir parçası olarak tek bütüne bağlı, ondan türeme bir hakikattir ve hakikate masum, şüpheci, meditatif bir yürek bile ancak göz ucuyla bakabilir. Ve emin olun, göreceğiniz şey büyükler heyetinin Google'ına ölüm yazdığınızda çıkanlar olmayacaktır.
 
 Ölümle ve gaybdan olanlarla alakalandırılan tüm oluşumların, tek çıkış noktası kayıp ve bilinmezlik duygusudur. Kayıp ve bilinmezlik duygusu; bir ve tek olandan seçim ve sorumluluk gerekliliğin aşkıyla ayrılırken, varlığın en derinine mühürlenen katalizör, aynı zamanda ayrılık illüzyonunu yaratan, dualite bilincini oluşturan düzlemdir. Dolayısıyla tüm tekamül de, çok değerli bir armağana dönüştürülecek bu simya düzlemi üzerinden yürür. Sözde kaybedildiği düşünülenin, sözde kalanlarda oluşturduğu yalnızlık, güçsüzlük, sevgisizlik, değersizlik, güvensizlik, korku, öfke, endişe, pişmanlık, suçluluk vs. duygularıdır ölümü dışlayan. Akıl hastalıklarının, davranış bozukluklarının, toplumsal nevrozların, kişisel trajedilerin, tüm çatışma ve didişmelerimizin kaynağı kayıp duygusuyla gelen ötekileştirme ve yabancılaşmadır. İnsan için hayata, dualiteye, egoya dair her ne varsa ölüm ve kayıp bunların yok oluşunu temsil eder. Oysaki zıtlık, birinin iyi, yüksek, birinin kötü, aşağı olması gibi bir tercih, bir yarış, bir hiyerarşi değil, biri olmadan ötekinin yaşayamayacağı anlamına gelen bir yansıma, teklik ve birlikteliktir ve tüm varoluş bu esas üzerine kuruludur. Dolayısıyla, ölümü anlayamayan, yanlış, eksik anlayan bir insanın yaşamı ya da varoluşu anlamasını ve tüm bunlarla birlikte bize sunulan yükselme, dönüşüm, birleşim ve dengeyi gerçekleştirmesini de bekleyemeyiz. İstisnasız, fizikselden ruhsala her seviyede, her an, her noktada, her şey doğar ve ölür, yerler ve gökler birdir. Yaşam ve ölümü  anlamamız için aslında trajediler yaşamamıza gerek yok. En yakınımızda olan parçalarımız; bedene, doğaya, içsesimize kulak vermemiz bile bunun için yeterlidir. Fakat onlara kulak verebilmemiz için önce ne olmadığımızı anlamamız da gerekir ki işte tüm yaşamın paradoksu, dinamiği ve o şenlikli dramı da buradadır.
 
Varoluş; sadece insanın madde düzeyinde uyumlandığı uzay / zamandan oluşan, bir noktadan bir noktaya doğrusal bir mesafe değil, insanın aşkın varlığının da uyumlu olduğu birlik ve bütünlük kalıbının kendisi olan, sonsuz, çok boyutlu bir sarmaldır. Dolayısıyla, ölüm de bir son değil, süreçte yeni bir başlangıç, yeni bir yaşam, varoluşun devamı olan bir düzlem, bir frekans değişimi, gözden geçirme, dinlenme ve ayar yeridir. Kaybettiğinizi düşündükleriniz; başlangıcı ve sonu olmayan sonsuzlukta her zaman sahip olduğunuz özünüzden bir parçadır ve her an sizinledir. Hepimiz O'ndan, O'na döndürülür. Varoluş sonsuz bir bütün olduğundan, kazanmak ya da kaybetmek, bilmek ya da bilmemek gibi bir durum söz konusu değildir ve ancak zaman, beden, zihin, mekan gibi biçimler kazanılabilecek ya da kaybedilebilecek, bilinecek ya da bilinemeyecek yanılsamalar yaratır. Sevgili öğretmenim İsmail Bülbül’ün de dediği gibi; “Beden olarak doğmuş olman yanılsamasından kurtulursan hiç doğmamış olduğunu ve hiç ölmeyeceğini de anlarsın.”
 

Çok küçük bir çocuğun, bir hayvanın ya da bir bilgenin hiç ölümü ya da hayatı sorguladığını düşünebilir misiniz? Onlar o anın farkındalığıyla ne gelirse, hesapsız kitapsız, bütün olarak açık, huzur, sevgi ve coşkuyla yaşarlar. Ölümün, heyetin sinirlerini ayaklandırmasının başka bir nedeni de cehennem ve cezalandırıcı tanrı fikrini oluşturan yansıtmalarıdır... Sanki cehennem ve cennet içimizde değilmiş, tezahürler bizde hayat bulmuyormuş, insan ne kaybediyor ya da kazanıyorsa kendinden değilmiş gibi… Yaşamın, varoluşun bir hediyesi olduğunu anlayamadığımızda, yaşamı sadece siyah ya da beyaz gördüğümüzde, onu bir yük, bir erteleme, bir yarış, bir sınav haline getirip zorlaştırdığımızda, anlamsızlaştırdığımızda, direnç gösterdiğimizde ya da büyükler heyeti üyelerinin sesini kendi iç sesimizmiş gibi içselleştirip hayatlar boyu bilediğimizde eksik kalır, muktedirliğimize ulaşamaz, acı çeker ve çektiririz; işte cehennem de tam olarak budur! O zaman; yaklaşan ölüm de ertelenmek istenir, yaşanması gerekenler kucaklanarak, yaşanması gerektiğinde yaşanmazsa, insan binbir türlü negatif veçheyle kendi kendine çelme takıp durursa, yaşam gibi ölüm de gün geçtikçe daha acımasız, soğuk, düşman ve çirkin bir yüze sahip olur, insan tuttuğu, sürece akamaz tıkanır. Realitedeki eksiklerle, dışlamalarla, sahte güç, yargı ve sınırlarla değil; varlığın özü olan aşkın sevgi, huzur, coşkunluk, kabul, takdir ve farkındalıkla, kendini bilerek / bularak yaşandıysa, ölüm de misafirperverce, tam zamanında kabul, huzur ve gönül açıklığıyla karşılanır ve ancak o zaman ölüm; bir kayıp değil, tatlı, tanıdık bir yüz, nefes alıp vermek kadar rahat, doğal bir geçiş, varoluşun bir başka hediyesi, belki de yuvada tatlı bir mola olur.
 
İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığının girişinde; “Her Canlı Ölümü Tadacaktır.” yazar. Bir gün önünden geçerken, bir arkadaşım bana; “Ne kadar psikopatça bir cümle bu.  Biliyoruz ama, neden göze sokup kocaman yazıyorlar ki, çok acımasız!” demişti. Susmuştum. Şimdi ona cevap vermek isterim: Henüz tatmadığın bir şeyin tadının kötü olabileceğini düşünüyorsan, orada sadece zihnin var, yüreğin eksik. Alacağını düşündüğün tat, senin daha önceki  beslenme alışkanlıklarına bağlı. Öz ve potansiyelin olan varoluştan beslenirsen alacağın tat acı ya da tatlının ötesinde varoluşun tadı olacaktır. Varoluş, komple bir besindir; hem doyurucu, hem sağlıklı, hem lezzetlidir. Ölüm de her şey gibi senin ona yansıttığındır. Yansımalarına değil, içindeki kalabalığın ötesine, tüm yansımaların kaynağı olan özüne ulaşırsan o zaman kendini tüm varoluşu, tüm yansımaları kucaklayabilecek, özgürleşecek ve özgürleştireceksin. İşte o zaman sevginle ölüme bile yepyeni bir can, bir soluk vereceksin. Seçen de seçilen de şaşmaz biçimde hep sensin! Biliyoruz deriz, ama bilmek her zaman onu bu yaşama entegre ederek yaşamak, öğrenmek ve OL'mak değildir. Biz ancak herseferinde bize bahşedilen ve çabaladığımız kadarını bilir ve OL'uruz.
 
Bugün, tüm bilim dünyası, ölümden mümkün olduğunca uzak daha diri, daha verimli, daha uzun bir hayat için mekanik biçimde yaratmaya çalışırken, kurumsal dinler korku bilincini yaşama ve ölüme yansıtırken ve yaratımdan beri içselleştirdiğimiz tüm sistemlerin aman vermeyen ego bombardımanı altında uyuşmuş haldeyken bir insanın aydınlanmasının ne kadar zorlu bir mücadele ve nelere gebe olduğunu anlayabilirsiniz. Buna rağmen; aydınlanma sadece büyükler heyetinin kancalarının farkına varıp, kendini onlardan, onları da kucaklayarak özgürleştirebilen bireyleri bulur ve o bireylerin sayısı arttıkça büyükler heyeti de başka bir oluşuma evrilir. İşte bu nedenle; herkesin kendi üzerine düşeni yapması ve çalışması kolektif açılımı sağlayacak kritik kütle açısından hayatidir. En büyük, yüce hizmet kendinize yönelik olanla başlar; çünkü ancak kendinizde tezahür ettirdiğinizi başkalarına verebilirsiniz. İnsan; tüm oluşumlar gibi kendi düşündüğü, gördüğü ve bildiğini sandığıdan sonsuz kez daha fazlasıdır ve daha yüksek bir bilinç hali, niyet, farkındalık ve sevgiyle çarpan yüreğiyle yerçekimine rağmen ve onunla gökyüzüne yürüyebilir. Bunu yapabilmenin yegane güç ve bilgisine sahip olan içinizdeki o kayıp, öteki parçadır. İşe oradan başlayın.
 
Sevgili annem, değerli büyükler heyeti ve o gün hiç gelmeyen biricik şemsiyem; sevgi ve cesaretle kabul edip vesile olduğunuz yol için sonsuz teşekkürler... Canımın içi, nur içinde dedem; biliyorum ki; hiçbir şey yoktan var, vardan da yok olmaz ve sevgi tüm biçimleri aşar, sen benim sadece dünüm değil, yarınım, şuanım ve ölümsüz bir parçam olarak hep yanımdasın. Eşsiz çocuğum senin değerli olabilmek için ne yaşamaya ne ölmeye ne de başka bir yanılsamaya ihtiyacın var, sen koşulsuz şartsız ve sonsuz değersin. Ölüm için de yaşamsal bir festivalin mümkün olduğu, perdesiz bir sonsuzlukta O’nunla, her an, hep beraberiz.

 

Ahu Birlik 
Yorumlar - Yorum Yaz